28 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ FİİİNAAAALLLLLLL

Allahım ne geceydi diye başlayabilir miyim söze :))

Saat 22:30 Yekta Kopan'la başladım yorumlara. İnstagram canlı yayını vardı. Yekta Kopan'sız bir Oscar düşünemiyorum zaten...

Televizyonumda uydu yönüm sebebiyle TRT2 çıkmıyor. İnternetten takip etmeye çalıştım ama sarmadı. Biraz youtube canlı yayınlarında gezindim derken uykum geldi. Hadi dedim Şebo, sabah mesai var. 3,50 da falan ancak dağıtmaya başlarlar ödülleri, kalkar izlersin. Ve sonuç kalkamadım 😂

Saat 6,30 da sıçradığımda çoktan Will Smith tokadı basmıştı :))) 



Bu sene iki tane tırtım var, ne mutlu bana :))

Coda filmini evet hepimiz sevmiştik ama hiç öngörmediğimiz bir filmdi. Ya da en azından ben öngörmedim. Hatta ben evet filmin hissiyatı şahane, ama oscar ne alaka gibi bir tespitte bulunmuşum. Muşum demeyeyim gayet bilinçli söylemiştim. Amaaaa oscar amcaları ve teyzeleri demiş ki; Şebocum sen mi bileceksin bu işleri, ne mırıl mırıl mırıldanıyorsun. Biz heykeli bu filme vereceğiz. Hayırlı olsun vatana millete 😂 Şebo bu yenilgiyi de hazmeder, en azından keyifli bir film aldı derim.

Sevgili Jessica Chastain konusunda arada kalmıştım biliyorsunuz. Kristen bana daha yakın gelmişti sadece. Hiç üzülmedim o sebeple...

The Power of the dog filminin onca adaylıktan sadece yönetmen ödülünü kapmış olması ilginç geldi bana. Sen tüm mecralarda yere göğe konulamama, sonra da böyle olsun :) 

Dune bekleneni verdi ve teknik dallardaki heykelcikleri cebine koyup eve götürdü.

Uluslararası film benim için tam bir hayal kırıklığı oldu ve izlediğim filmlerden en sevmediğime gitti. Gerçi tahmin edilebilir bir şekilde adamlar en iyi filme de yerleştirmişlerdi adaylığını ama yine de bir mucize bekliyordum sanırım.

Kırmızı halıda neler kaçırdım hiç bilmiyorum ama o tokat mizansendi deyin bana :) Hoş mizansen de olsa çok çirkin olmuş. 
Kırmızı halı yazılarınızı büyük sabırsızlıkla bekliyorum haberiniz ola :))

Kazananların listesini de koyayım ve işimin başına kaçayım artık ben. 
Kaçayım diyorum ama Coda nasıl kazandı hala şoklardayım hahahaaaa :))

Neyse, herkese iyi haftalar diliyorum ♥



FİLM / CODA
YÖNETMEN / Jane Campion
ERKEK OYUNCU / Will Smith
KADIN OYUNCU / Jessica Chastain 
YARDIMCI ERKEK OYUNCU / Troy Kotsur 
YARDIMCI KADIN OYUNCU / Ariana DeBose
ÖZGÜN SENARYO / Belfast
UYARLAMA SENARYO / CODA 
KURGU / Dune
GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ / Dune
PRODÜKSİYON TASARIMI / Dune
KOSTÜM TASARIMI / Cruella
ÖZGÜN MÜZİK / Dune
ÖZGÜN ŞARKI / “No Time to Die”, No Time to Die
MAKYAJ & SAÇ TASARIMI / The Eyes of Tammy Faye
SES / Dune
GÖRSEL EFEKT / Dune
ULUSLARARASI FİLM / Drive My Car
ANİMASYON / Encanto
BELGESEL / Summer of Soul
KISA FİLM / The Long Goodbye
KISA ANİMASYON / The Windshield Wiper
KISA BELGESEL / The Queen of Basketball


27 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 14 / Uluslararası film adayları

Tahminleri malumunuz yazdım ama madem uluslararası film adaylarının çoğunu izledim, onları da bu seriye dahil edeyim istedim.  Hatta bir kaç tane de farklı adaylığı olan film izledim ki yazmaktan sıkılmazsam onları da yazacağım. 

Oscar oscar diye başınızın etini yedikten sonra bu seriyi de pazartesi kazananlar ile birlikte kapatırım inşallah maşallah :))



THE WORST PERSON IN THE WORLD (2021)

(En iyi özgün senaryo ve uluslararası film dallarında toplam 2 adaylık)


20 li yaşlarında genç bir kız cerrahlık için uğraşırken bir süre sonra psikologluğa oradan da fotoğrafçılığa adım attığını izliyoruz ilk sahnelerde. Kendini bulmaya çalışan bir genç kadın var karşımızda. Bu atılışlarını öyle bir maymun iştahlılıkla yapıyor ki bir yerlerden hem tanıdık bir his geliyor bir yandan da hadi canım diyor insan elinde olmadan.... Sonrasında adım adım ilerliyor aslında kendini bulma hikayesi ancak son ana kadar da bir erkeğin gölgesinde ilerliyor var oluş hikayesi Julie (Renate Reinsve) 'nin...

Kendinden oldukça büyük yaşlardaki Aksel (Anders Danielsen Lie) 'in yanında ona uyum sağlarken oldukça bocalıyor aslında. Tamamen Aksel'in hayatına göre şekilleniyor ve bu onu rahatsız ediyor aslında ama sanırım baba figürünün eksikliğini tamamlıyor onda bir şekilde. Ansızın karşısına çıkan Eivind (Herbert Nordrum) bu süreci noktalamasına sebep oluyor ve farklı bir aşkla farklı deneyimler içine giriyor.  Aksel ile son karşılaşması ise hem dengelerini altüst edip hem de yolunu çizmesinde en büyük etken oluyor...

Film bölümler halinde verilmiş ve her bölüme bir isim verilmiş. Bu isimler bize izleyeceğimiz bölümün ipucunu da veriyor ve bir nevi neye odaklanmamız gerektiğinin bir işareti gibi. Aynı zamanda Julie'nin hayatındaki dönemeçler de vurgulanıyor...

Filmde en sevdiğim sahne Aksel'in yanından Eivind'in yanına gittiği sahne. Yönetmen o sahnede Julie ve Eivind haricinde herkesi dondurmuş ve öyle bir duygu bütünlüğü yaratmış ki Julie'nin hisleriyle, soluksuz kaldım resmen. Ve hatta film bittikten sonra tekrar o sahneye geri dönüp izledim.

Diğer sevdiğim bir sahne de Eivind ile sigara içme sahnesiydi ki, çok vurucuydu bence. İlişkilerinin zincirlerini nasıl kıramadıklarının bir kanıtı gibiydi...

Oyunculuklar da gayet yerindeydi ancak Anders Danielsen Lie'nin son bölümlerdeki performansına bayıldım. Su gibi oynamış... 

Sonuç olarak ben bu filmi ÇÇÇÇOOOKKKKKKK SEEEVVVDDDİİİMMMMM 💗 Uluslararası film dalında gönlüm bu filmin ödül alması. Mutlaka izleyin dediğim filmlerden olur kendisi...




THE HAND OF GOD (2021)

(En iyi uluslararası film dalında tek adaylık)


İtalyan aile yapısını sevmişimdir hep uzaktan uzaktan. Akdeniz kültürüne yakınlıkları ve kendine has enerjileri ile bende pozitif etkileri vardır. Filmlerinde ağır dram işleseler dahi mutlaka bir neşe ve enerji vardır ya da bana öyle gelir bilmiyorum :)

Bu filmimizde de Napoli'deyiz. Paulo Sorrentino kendi gençlik yıllarına odaklanmış filmde ve sanırım yönetmenliğe nasıl soyundum sorusunun başlangıç hikayesini anlatmış.

Kalabalık bir İtalyan ailesinin ergen yeniyetmesi Fabietto (Filippo Scotti). Tüm aile üyeleri ve kent sakinlerinde Maradona Napoli'de oynayacak mı tartışmaları sürerken ilk etapta Maradona gibi futbolcu olmak isteyen bir delikanlı olduğunu düşünüyoruz Fabietto'nun ama sonradan gözünü yönetmenliğe dikiyor yaşadığı olaylar neticesinde. Bir nevi bir ergenin kendini bulma hikayesi de diyebiliriz. Ailenin birbirinden şahsına münhasır fertleriyle zenginleştirilmiş hikayesi ile birlikte tabii ki...

Napoli kentinin sonsuz güzelliğini inanılmaz güzel bir şekilde yansıtmışlar filme. Duygu ve olayların geçişlerinde kentin detaylarını çok güzel yerleştirmişler filme.

Filmde en sevdiğim karakter anne Maria (Teresa Saponangela) oldu sanırım. Evlatlarına sahiplenişi, aile üyelerine bağlılığı, kocasına aşkı ve inanılmaz eşşek şakalarıyla gönlümü fethetti diyebilirim. 

Filmde en etkilendiğim sahne ise Fabietto'nun anne ve babasını kaybettiği sahneydi. Ajitasyona sığınmadan o kaybetme duygusunun verdiği fevriliği inanılmaz güzel işlemişler. Uzun süre etkisinden çıkamadım.

Her ne kadar Fabietto'nun yolunu belirlemesine odaklansa da aslında yer yer komedi öğelerini de barındıran film tipik bir aile draması diyebilirim. Ancak hemen bir not düşeyim; Çoluk çocuk toplaşarak izlenebilecek bir film değil. 

Filmi Netflixte izledikten sonra Sorrentino'nun çekim yaptığı yerlerde gezerek şehir ve anlattıklarıyla ilgili bağını anlattığı kısacık bir film daha olduğunu fark ettim ve hemen onu da izledim. Bazı sahneler o videoyu izledikten sonra daha iyi oturdu bende. Filmi izledikten sona o kısa çekimi de izlemenizde fayda var diye düşünüyorum.

En anlamadığım sahne ise hayranı olduğu bir yönetmenin peşine takılıp, bir mağaradan geçerek denize ulaştıkları denize kadar olan konuşmaydı ki üzerine ne kadar kafa patlatsam da özünü kavrayamadım :)) Vardır elbet bir hikmeti ama ben oturtamadım işte.

Sonuç olarak ben bu filmi OOOLLLLLDDUKKKÇÇÇAAA SEEVVVDİİİMMMM. İtalyan filmlerini seviyorsanız bu filme de bir şans tanıyın derim.




FLEE (2021)

(En iyi uluslararası film, belgesel ve animasyon dallarında toplam 3 adaylık)

Daha önce animasyon bir filmin uluslararası film kategorisine girdiğini hatırlamıyorum. İlk o sebeple ilgimi çekti bu film. Üzerine birçok yazı da okudum, hikayesi oldukça ilginç geldi bana.

Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılmış filmimiz. Yönetmen Rasmussen gerçekte arkadaşı olan mülteci bir kişinin hikayesini anlatmış. Filmde Amin Nawabi olarak isimlendirilen arkadaşı çok uzun yıllar boyunca Rasmussen'in hikayesini anlatmasına izin vermemiş. Ta ki animasyon olarak gelen teklifi kimliğinin korunmasında hiçbir sakıncası olmadığını düşünerek kabul etmiş ve bu animasyon çekilmiş.

Film çift zamanlı olarak ilerliyor. Amin terapi benzeri bir anlatımla arkadaşına çocukluğundan itibaren yaşadıklarını anlatırken o dönemi izliyoruz ve bazı anlatımlardan sonra ne hissettiğini anlamlandırmak için yeniden gerçek zamanlı anlatıma dönüyoruz.

Bir savaş ve göçme hali bu kadar yumuşak anlatılabilirdi. Çizimlerde bile bazı kritik anlar daha doğrusu savaşla ilgili anlar kara kalem çalışması ile aktarılmış ki bence bu daha etkili olmuş. Gözümüzün gördüğünü zihnimizin canlandırması istenilmiş gibi geldi bana.

Amin ve ailesinin Afganistan'daki halleri ve aile üyelerinin farklı yerlere dağılmaları... Amin'in Danimarka'ya yolculuğu... Saklanmaları... Aile üyelerinin dönem dönem tekrar buluşmaları... Uyum sürecinde yaşadıkları...

Ben bu filmden sonra mültecilikle ilgili bazı konularda ne kadar tek taraflı baktığımı fark ettim. Dolayısıyla film beni bir nebze daha fazla etkiledi ve düşünmemi sağladı.

Sonuç olarak ben bu filmi SEEEEVVVVDİİİİMMMMMM ve mutlaka izlenilmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Mültecilikle ilgili düşüncelerinizi yeniden gözden geçirmenizi sağlayacak diye düşünüyorum....




HOUSE OF GUCCI (2021)

(En iyi makyaj/saç tasarımı dalında tek adaylık)

Dünya markası olmuş bir ailenin dramı var karşımızda. Aldo (Al Pacino) ve Rodolfo Gucci (Jeremy Irons) kardeşlerin temsilcisi olduğu Gucci markasının bir kadın yüzünden nasıl aileden çıktığını izliyoruz. 

Rodolfo Gucci'nin oğlu Maurizio (Adam Driver) avukatlık okuyan ve babasının işleriyle çok da alakası olmayan bir adam. Bir partide tesadüfi şekilde Patrizia (Lady Gaga) ile tanışması ve babasının itirazlarına karşın evlenmesi bir nevi ailenin çöküş fitilini de ateşliyor. Orta direk bir İtalyan ailenin kızı olan Patrizia zaman içerisinde Gucci ailesinin üyelerinden daha fazla sahiplenip bir takım entrikalarla markayı ele geçirmeye çalışması üzerine odaklanılmış film boyunca. 

Diğer kardeşin oğlu Paolo (Jared Leto)'nun senelerce onaylanmamış fikirlerinin birden Patrizia tarafından alkışlanmaya başlamasındaki yaşadığı salaklık da bu olayları hızlandırıyor. 

Kısaca gökten bir kadın düşüyor ailenin içine ve ortalığı tarumar ediyor da diyebiliriz.

Bu yaşanan olaylardan sonra basında kara dul olarak adlandırılan Patrizia'yı canlandırmak konusunda Lady Gaga 'yı ilk bölümlerde başarılı bulsam da ikinci bölümde oyunculuğunu çok kasıntı buldum. İlk filmindeki halinden eser yoktu oyunculuk konusunda. Fazlaca abartılıydı.

Diğer oyuncularda da bir olağanüstülük yoktu açıkçası, gayet normal seyir ettiler ve sanki herhangi bir fark yaratamadılar hissiyatı verdiler bana.

Konu olarak oldukça ilgi çekici yalnız film, çok bayıltmadan seri bir şekilde anlatmış yönetmen anlatacaklarını.

Sonuç olarak ben bu filmi SSEEEEVVVVDDDDDİİİİİİMMMMM, bana göre izlenebilir bir kıvamda der konuyu bağlarım :)



Bu filmlerin haricinde bir de kostüm tasarımı dalında adaylığı olan Cyrano'yu izledim ama onu da yazmaya kalkarsam bu yazıyı sarkıtacağım. O sebeple o da kusur kalsın dedim :)

Yarın görüşmek üzere 💗



22 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 13 / Nihayet Tahminler

Geçen hafta sonu yazmayı planladığım yazıyı ancak bir hafta gecikmeli olarak yazıyorum. 
Kafamdan netleştirmiştim aslında ama işyerindeki yoğunluk, eve geç gelme gibi sebepler kilitledi beni.
Geç oldu ama güç olmadı diyelim :)

Bu maratonda bana katılan arkadaşlarım vardı. Keyiflendirdiler bu izleme sezonumu. Bol bol yorumlaştık, dedikodu yaptık, birbirimize film pasladık derken su gibi aktı zaman. Hepsine katılımlarından dolayı teşekkür ederim 💗
Yazımın sonunda tahminlerini yapan arkadaşlarımın yazılarının linklerini de ekleyeceğim. Henüz yazmayanları da yazdıkça ekleyerek güncellerim hatta.

Haydi başlayalım o zaman bu serüvenin en kıymetli anına;



EN İYİ FİLM;


Bu sene de olağanüstü hayranlık uyandıran bir film bulamadım maalesef adaylar arasında. Evet sevdiklerim oldu, hiç sevmediklerimde...

Coda ve Richard King adaylar arasında en sevdiklerim oldu ama Oscar formülüne uygun değil her ikisi de.  O sebeple eledim ihtimaller arasından.
Belfast yine sevdiğim filmlerden. Bir çocuğun gözünden anlatılması filme oldukça masumiyet kazandırmış.  Gelirse hiç üzülmem, bolca alkışlarım. Ancak ben filmde tahminimi başka bir filmden yana kullanmak istiyorum. Sebebi ise bütün olarak değerlendirdiğimde aklımın daha çok yatması. Anladınız tabi ki siz ne demek istediğimi 😉 Çok arada kaldım bu konuda, bakalım şaşıracak mıyım 27 Mart gecesinde...

THE POWER OF THE DOG diyorum bu sene...


EN İYİ YÖNETMEN;


Geçen sene kadın adaylar arasında yapmıştım tercihimi. Bu sene tek aday var ve filmdeki bütün olarak değerlendirme şeklime de uyuyor. Gerçi Spielberg de şahane bir iş çıkartmış ve bir tekrar olsa da yenilikleriyle bir enerji vermiş filme ama gönlüm el vermedi onu yazmaya. Genelde film ve yönetmeni aynı yapımla tahmin etme gibi bir eğilimim vardır zaten :))

JANE CAMPION diyorum...


EN İYİ ERKEK OYUNCU;


Bu dalda nedense çok ikilemde kalmıyorum ben genelde. Bu sene de kalmadım. Garfield evet şahane bir iş çıkarmış ama bu sene azıcık beklesin. Cumberbatch da azıcık karakter oyunculuğunda geliştirsin kendini ve azıcık suratına mimik eklesin bir zahmet. Kara boncuğum bu sene hayatının oyunculuğunu çıkartmış zira. Almazsa üzüleceklerim arasında kendisi.

WILL SMITH diyorum...


EN İYİ KADIN OYUNCU;


Geldik zurnanın zırt dediği kategoriye. Penelope haricinde 4 kadın aday da iyi iş çıkartmışlar. Nicole azıcık klişelerini makyajla da olsa yıkmış. Olivia her zamanki sade ama çok şey anlatan oyunculuğunda şahaneydi ama her ikisi de bir adım geri kaldılar. Jessica ve Kristen ise hepsine göre en başarılı olanlardı performans konusunda.  İnanılmaz derecede arada kaldım aslında ikisi arasında. 

Fakat Leydi Di gibi idol olmuş bir kadını canlandırmak konusunda başarısını yadsıyamazdım. Oynamamış yaşamış dediğim bir oyunculuktu. En ufak mimiğini dahi atlamadı. Hatta elimi arttırıyorum aynı o kişi olmuştu diyeceğim. Ki bu o kadar kolay bir şey değildir tahmin edersiniz.

KRISTEN STEWART diyorum...


EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU;


Bu kategoride biraz risk almak istiyorum. İbreler oldukça Kodi Smit-Mcphee gösteriyor. Başarılı bir oyunculuk sergilediğini aslında hepimiz gördük. Hak edilmemiş bir durum yok gerçi ama ben kendisiyle bir aşk yaşayamadım maalesef. İlk seyrettiğim andan itibaren kendisine hayran kaldığım gayet kendi doğasında yaşayan bir adam vardı ki kimse onun önüne geçemedi :) Anlamadıysanız hemen kendisine olan hayranlığımı ifade edeyim 😉

TROY KOTSUR diyorum.....


EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU; 


İlk zamanlarda gönlümü Judi Dench'e kaptırmıştım. O siyah beyaz filmde onun olduğu sahneler ayrı bir ışıldamıştı gözümde. Sonradan acaba Jessie Buckley mi dedim ki o kendini bulma telaşında inanılmaz güzeldi. Fakat America şarkısındaki mimikleri ve ardından gelen final sahnesindeki duruşuyla bana ayrı bir haz yaşatan kadından yana kullanmak istedim şansımı.

ARIANA DEBOSE diyorum....



27 Mart gecesinden sonra bu yazıyı her zamanki gibi güncelleyeceğim tabi ki... Bakalım ne kadarını tutturabileceğim. Genelde her sene 1 fire veriyorum, bu sene nereden gol yiyeceğim acaba diye merak etmekteyim :)

Şimdi gelelim diğer tahminlere....

Leylak Dalı Nurşen ablanın tahminleri için tıktık efenim. Oscar dedikodularının alasını yaptı bu sene, film yorumlarını okumadıysanız mutlaka onları da okuyun derim....

Deep tahminleri için tıktık buraya alalım sizi. Her sene bu telaşenin ayrılmaz bir parçası malumunuz. Kendine has yorumlarıyla şenlendirdi bizi...

Sevgili Film Gündemi Zulal de yorumlarıyla katıldı bize ve ara ara yorumladı da blogunda. Henüz tahminde bulunmadı ama eğer bulunursa bir tıktık vereceğim ona da :))

Sevgili Vulnicure bu etkinlikte tanıştığım bir blogdaşım oldu ama iyi ki de tanıştık dedim :) Birlikte zoru başardık, hatta o bir tık öteye de taşıdı izleme kapasitesini :) Henüz tahminde bulunmadı sanırım ama en kısa zamanda ona da tıktık layacağımızdan eminim... Veeee geldi tıktık

Sevgili Şule de izledi birçoğunu takip edebildiğim kadarıyla ama zaten yorumlamaya yetişemeyeceğini baştan söylemişti. Tahminde bulunur mu bilmiyorum hiç... Tahminle geldi ve tıktık :)

Sevgili Saadet bu sene yine beni yalnız bırakmadı. Daha önceki senelerdeki gibi oldukça hızlı gittiğini bile söyleyebilirim. Tahminleri en kısa zamanda gelecek eminim. Ve geldi bile tahminler; tıktık buraya

27 Martta görüşmek üzere 💗

12 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 12 (The Power of the Dog) / (Belfast) / (King Richard)

Evet ilk 6 kategorideki son yazım bu. Ekstradan yabancı film dalındaki adayları da izlemeye başladım ama kasmıyorum artık. Hoş birçoğunu da bulamıyorum zaten. 27 Marta kadar bulabildiğimi izlerim listeden ama yazmayı yetiştirmek gibi bir derdim yok. Bundan sonraki yazı tahminler olacak ki bu sene sadece kadın adaylarda zorlanacağım.

Neyse gevezeliği bırakıp filmlere döneyim ben...




THE POWER OF THE DOG (2021)

(En iyi film, yönetmen, erkek oyuncu, yardımcı erkek oyuncu (2), yardımcı kadın oyuncu, uyarlama senaryo, kurgu, görüntü yönetimi, prodüksiyon tasarımı, özgün müzik ve ses dallarında toplam 12 adaylık)

Filmin bu sene en fazla adaylık alma gibi bir olayı var. Hak eden bir yapım mı, eldeki filmlere bakınca haklı bir çoğunluk olduğunu düşünüyorum.

Bir çiftlik işleten iki kardeş; Phill (Benedict Cumberbatch) ve George (Jesse Plemons) birbirinin zıttı iki karaktere sahipler filmimizde. George daha insancıl, daha ılımlı ve daha beyefendi diyebiliriz. Ancak Phill ailede ve çiftlikte lider rolünü üstlenmiş, daha kaba saba ve sert. Orman kaçkını bile diyebilirim abartıp :)

George eşi vefat etmiş ve oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) ile birlikte bir motel işleten Rose (Kristen Dunst)'a aşık oluyor ve çok kısa zaman içerisinde evleniyorlar. Phill bu evliliği kabullenmekte güçlük çekmekle birlikte Rose'un para düşkünü bir kadın olduğunu ve abisinin bu sebeple peşine düştüğünü düşünüyor. Çiftliğe taşındıklarında Rose ve oğlu Peter'a karşı psikolojik bir savaş başlatıyor, bir anlamda hayatlarını dar ediyor da diyebiliriz. Ta ki Peter'da kendine benzeyen bazı şeyleri fark edip onu yanına çekmeye başladıktan sonra bazı dengeler de şaşıyor diyebiliriz...

Benedict Cumberbatch'ın kendinden gerçekten nefret ettirecek kadar iyi bir oyunculuk çıkardığını söyleyebilirim. O mimiksiz ve soğuk bakışlı suratı oynadığı role çok uymuş ve bunu avantaj haline çevirmiş bence. Film boyunca konumunu çok da değiştirmiyor, sonlara doğru o sert duvar biraz iniyor inmesine de yine de çok insanileştiği söylenemez...

Filmde bir sahne var ki beni benden aldı. Rose ve George evlendikten sonra çiftliğe doğru ilerlerken inanılmaz güzellikte bir dağ manzarasına karşı porselen fincanlarda çay içiyorlar. O çiftlik hayatının  sakilliği içerisinde o kadar naif bir duruş sergiliyorlar ki, onlarla o anı paylaşmak isteyebilirdim ben...

Jesse Plemons'un filmde çok kayda değer bir oyunculuğu yoktu hissiyatındayım. Kodi Smith-McPhee evet parlamış filmde. O efemine yürüyüşüne inat donuk bakışları ve ürkek halini çok iyi yansıtmış. Ama ummadık taş baş da yarabiliyor hayatta. Dikkat etmek lazım her daim 😉 Filmi izleyenler ne dediğimi anladı, bilmeyenlere spoiler vermeyeyim :)

Kristen Dunst bir çok yorumcu tarafından favori gösteriliyor. Evet kötü iş çıkarttığını söyleyemeyiz ama biraz tereddütlerim var bu konuda. Gönlüm farklı iki adaya kaymış durumda çünkü :)

Film görselleriyle oldukça başarılı yalnız. Kahverenginin her tonunu mükemmel aktarmışlar ekrana...

Sonuç olarak benim için muazzam bir film değil ama yine de keyif aldım izlemekten ve SEEEVDDDİİİİMMMM kategorisine attım bu filmi.




BELFAST (2021)

(En iyi film, yönetmen, yardımcı erkek oyuncu, yardımcı kadın oyuncu, özgün senaryo, özgün şarkı ve ses dallarında toplam 7 adaylık)

Filmin yönetmeni Kenneth Branagh'ın kendi çocukluğundan yola çıkarak çektiği film 60 lı yıllarda geçiyor. Kuzey İrlanda'daki Katolik Protestan iç savaşının çekirdek bir aile üzerindeki etkilerini ailenin en küçük bireyi Buddy (Jude Hill) gözünden anlatıyor ki o yaştaki bir çocuğun odaklandığı konu tabi ki iç savaş değil ailesinde olup bitenler oluyor. 

Baba Pa (Jamie Dornan) 'nın Londra'da çalışması sebebi ile ailenin bütün yükü anne Ma (Caitriona Belfe) dadır. Ki açılışımız sokakta pür neşe oynayan çocukların arasına bir grubun taşlı sopalı sokağa dalmasıyla başlıyor ve bir anda film siyah beyaza dönüyor. Ma'nın çocuklarını o ortamdan kaçırıp saklanmasıyla nasıl bir durumun içinde olduklarını anlıyoruz böylelikle. Bir yanda borçları ödemek için dışarıda çalışmak zorunda olan Pa, bir yandan hem maddi kaygılarla hem de bulunmuş oldukları ortamla savaşmak zorunda olan Ma... Böyle anlatıyorum ancak çok karamsar ilerlemiyor film. İrlandalıların o kendine has aile bağları ve neşeleri güzel detaylarla ekrandan size geçiveriyor.

Büyükanne (Judi Dench) ve büyükbaba (Ciaran Hinds) ile çocukların geçirdikleri zaman dilimleri ile nostalji rüzgarları da estiriyor filmimiz.

Bugüne kadar bulunmuş oldukları yerden başka yere hiç gitmemiş olan Ma eşinin kaçma isteğini şiddetle reddediyor. Hem aile bağlarından kopmak istiyor hem de farklı bir yerde kök salamayacağını düşünüyor. Bu sebeple sık sık zıtlaşmalarına şahit oluyoruz.

Filmimizde aşkla parıldayan iki kadın var aslında. Birisi Ma diğeri de büyükanne... Her ikisi de ekranın içerisine girdiği zaman sanki film ayrı bir aydınlanıyor ve her ikisi de şahane bir oyunculuk sergilemişler.

Filmde en sevdiğim detaylardan birisi başlangıç hariç tüm film siyah beyazken, bir tiyatro ve bir sinema gösteriminin renkli sunulmuş olması. Sanki sanat sizin hayatınızı renklendirir der gibi bir alt metin oluşturmuşlar ki bu çok hoşuma gitti. 

İkinci sevdiğim sahne ise büyükbabanın cenazesi sonrasında yapmış oldukları partide Ma ve Pa'nın şahane dansı. İnanılmaz keyifliydi.

Bir de çocukların marketten çaldıkları beğenilmeyen Türk lokumu var ki ne kadar beğenmemezlik yapsalar da gülümsedim. Aşina bir tat detayı hoşuma gitti.

Karanlık bir konuyu bir çocuğun gözünden aktarmakla bence şahane bir iş çıkartmışlar ve filme bir masumiyet katmışlar diye düşünüyorum

Sonuç olarak ben bu filmi OOOLLLDDDUUKKÇAAAA SEEEVDDİİİMMMMMM, bence siz de izleyin diyorum.




KING RICHARD (2022)

(En iyi film, erkek oyuncu, yardımcı kadın oyuncu, özgün senaryo, kurgu ve özgün şarkı dallarında toplam 6 adaylık)

Tenisle çok alakam yok, hoş genel olarak sporun herhangi bir alanıyla da. Ancak ne kadar konuyla ilgili kel alakam olsa da Serena ve Venus Williams kardeşlerin başarılarını az çok biliyordum.  Bu filmle birlikte konuyu perçinledim diyebilirim.

Film her ne kadar Serena (Demi Singleton)  ve Venus (Saniyya Sidney)'ün başarı hikayesini anlatıyor olsa da aslında baba Richard (Will Smith)'ı odağına alıyor. 

Anne Williams (Aunjanue Ellis) ve baba Williams 5 kızıyla birlikte varoş diyebileceğimiz bir mahallede maddi zoluklarla yaşamaktadırlar. Anne ve baba kızlarını hem doğru yetiştirebilmek hem de Serena ve Venus'ü  tenis çalıştırabilmek için farklı saat dilimlerinde bir çok işte çalışıyor ve aynı zamanda da kızların hayatlarında önemli bir rol oynuyorlar.

Baba Williams'ın film boyunca tekrar tekrar söylediği bir şey var aslında; kızların kariyer planlamalarını doğdukları andan itibaren yapmak. Burada biraz insan düşünüyor aslında elinde olmadan. Amacı kızların başarılarını mı sağlamak yoksa kendi yapamadığı sınıfsal atlamayı kızları sayesinde mi yapmak... Amaç ne olursa olsun başarılı da oluyor bilindiği üzere...

Dediğim dedik, kafasında planladığı yönden asla taviz vermeyen ve bazen kızlarının isteklerini bile görmezden gelen bu adama bazen hiddetleniyor da insan aslında, en azından ben öyle hissettim... Planlanan dışına çıkılsaydı kızlar bu kadar başarılı olur muydu tabi ki bilemiyorum...

Will Smith bu inatçı babayı canlandırırken şahane güzellikte bir iş çıkartmış bence. O heyecandan tepindiği anlarda, ümitsizliğe kapıldığı ve hatta kendini bazı anlarda çaresiz hissettiği anlardaki ruhiyatını dibine kadar hissettirmiş. Anne Williams rolüyle izlediğimiz Aunjanue Ellis ile kimyaları da oldukça tutmuş ve birbirlerine inanılmaz güzel pas vermişler oyunculuklarıyla. İkili sahnelerini izlerken inanılmaz keyiflendim.

Sonuç olarak ben bu filmi ÇOOOOKKK SEEEVVVDDDİİMMMMMM kategorisine itina ile yerleştirdim. Bence sizde keyif alacaksınız. Dünyaya at gözlüğüyle bakan ve sadece sonuca kilitlenen bu huysuz ama azimli baba hakkında izlediğinizde siz ne hissedeceksiniz bakalım 😉 


Mutlu akşamlar herkese 💗




2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 11 (Spencer) / (Lost Daughter) / (Parallel Mothers)


Selamlar yeniden...

Filmleri tek tek yazmaya devam edersem yetiştiremeyeceğim aşikâr artık. O sebeple allah ne verdiyse yazacağım artık :)

Bugün kadın adayı olan filmlerden gideyim istedim. Bakalım ne kadarını yazabileceğim tek oturuşta.
Başlayalım o zaman; ben yazmaya, siz okumaya 😉




SPENCER (2021)

(En iyi kadın oyuncu dalında tek adaylık)

Leydi Di; erken yaşta hayata veda eden, kısacık yaşamına karşın evliliğinden itibaren her adımı olay olan efsane bir kadın... Haliyle böyle bir kadının hayatından da bir sürü yapım çıkartılabilir... Yaşamı kısa ama sonsuz bir kaynak var sonuçta.

Filmimiz 1992 senesinde Sandringham Köşkünde geçiyor ve bir noel tatili süresince yaşananlar anlatılıyor. Diana (Kristen Stewart) 'nın Camila ile aldatıldığını öğrendiği ilk zamanlar sanırım. Evliliğin çatırdadığı ve saray kurallarının iyice ağır geldiği zamanlar...  Hoş zaten ben o koca burunlu ve soğuk nevale Charles'ta ne bulduğunu hiç anlamamışımdır Diana'nın...  Ünvanda bir yere kadar...

Çocuklarının ve güvendiği hizmetlilerinin yanında oldukça rahat, kendiyle barışık gördüğümüz Diana özellikle yalnız kaldığı anlarda ve saray kurallarına riayet etmekte zorunlu kılındığı anlarda huysuzlaşıyor ve ortamı germek için de elinden geleni yapıyor. Saray kuralları demişken filmde bir tartılma geleneği var ki evlere şenlik. Kraliyet mensupları noel tatili öncesinde köşke geldikleri zaman tartılıyor, not ediliyor, bitişte yine tartılıyorlar. Ve aradaki kilo farkı ne kadar eğlendiklerinin göstergesi olarak sayılıyor... Ben sıkıntıdan çok yerim mesela, bu eğlendiğim anlamına mı geliyor yani :)))) Acayip işler işte :))

Film; kraliyet ailesi söz konusu olduğu ve Leydi Di'nin de problemli bir dönemine denk gelmesi sebebiyle durağan ve sıkıcı aslında. Fakat Kristen Stewart oyunculuğu burada devreye girip filmi izlenebilir hale getiriyor. Sanki oynamamış da yaşamış adeta rolünü... Bazı sahnelerde Diana gerçekten karşımdaymış gibi hissettim. O boynunu eğişi, suratındaki hüzün, bazı anlardaki mahcup gülüş benim o gazetelerde, dergilerde gördüğüm Diana'nın aynısıydı diyebilirim... Kendisini film sonrasında kocaman alkışladım şahsen 💗

Filmde bir detayda Sally Hawkins 'di. Di'nin oda hizmetçisi olarak izlediğimiz oyuncunun özellikle aşk itirafındaki halleri tam sarılmalıkdı. Filmin en canlı karakteri de oydu sanırım :)

Sonuç olarak filmimiz seyir olarak çok üst seviyede olmamakla birlikte oyunculuk şahane olunca benim için  SEEEVVEEYYİİİMMM BAAAARİİİİİ kategorisine girdi. Bence boş zamanınızda bir şans tanıyın derim...




LOST DAUGHTER (2021)

(En iyi kadın oyuncu, yardımcı kadın oyuncu ve uyarlama senaryo dallarında toplam 3 adaylık)

Birçoğumuzun Napoli Romanları serisiyle gönlümüze taht kuran Elena Ferrante'nin Karanlık Kız kitabından uyarlanmış filmimiz. Aslında kitabını okuyup seyretmek isterdim ama Oscar adaylığı söz konusu olunca filmi bekletme gibi bir ihtimalim yoktu malumunuz.

Orta yaşlardaki başkahramanımız profesör Leda (Olivia Colman) tatil için Yunan adalarından birine gidiyor. Bavulunun çoğunluğunu kitaplarının ağırlaştırdığını düşünürsek kafa dinleyerek geçirmek istediği bir yaz tatili olduğunu anlıyoruz. Sahilde karşılaştığı şamatacı ailenin bir üyesi olan Nina (Dakota Johnson)'nın çocuğuyla olan ilişkisini izlerken kendi geçmişini ve özellikle de anneliğini irdelemeye başlıyor. Geçmişinde anneliğiyle ilgili yapmış olduğu tercih yavaş yavaş önümüze seriliyor film boyunca.

Aslında filmimiz tam bir karakter analizi yapıyor. Seyretmesi kolay olmayan ama çok keyifli bir film. Mekanın bir ada olması da ayrıca bonusu bence filmin.

Leda'nın gençliğine hayat veren Jessie Buckley benim favorimdi.  Leda'nın kendini tanıma ve hayatının dönüm noktasında aldığı kararları o kadar güzel yansıtmış ki ekrana, o anda neler hissettiği hemen geçiveriyor insanın ruhuna. Tabi Olivia Colman'da her zamanki gibi şiir gibi oyunculuğuyla büyüledi film boyunca ama sanırım son dönemlerde oynadığı karakter çizgisi genelde birbirine benzeş olduğundan dolayı gözüm alıştı artık. Olağanüstü bir tepki veremiyorum kendisine dolayısı ile...

Filmde Leda'yı sarsan o şamatacı aile ise sanırım sadece karakteri tetiklemek için orada konumlanmış olsalar gerek ki onların yaşadıkları olaylar bir sonuca bağlanmadı... Gönül isterdi ki onlara da bir final biçilsin.

Birde filmin finali... Su gibi giden anlatımın sonuna doğru filmin çizgisi yükselince biraz daha keskin bir final beklentisi içerisine girdim sanırım ve bu final beni mutlu etmedi. Benim için tek aksayan yön buydu sanırım...

Sonuç olarak bu filmi OOOLLDDUUUKKKÇÇAAAA SEEEVVVDİİİİMMM kategorisine attım ben. Sakin ama karakterler üzerinden çok şey anlatan filmleri izlemeyi seviyorsanız mutlaka izlemenizi öneririm efenim.




PARALLEL MOTHERS (2021)

(En iyi kadın oyuncu ve özgün müzik dallarında toplam 2 adaylık)

Kırklarında gezinen Jenis (Penelope Cruz) ve henüz yirmilerinde olan Ana (Milena Smit) aynı hastane odasını paylaşan ve hemen hemen aynı zamanlarda doğum yapan iki kadın olarak çıkıyor karşımıza. Planlı yaşanmayan her iki hamileliği kadınlar farklı duygularla karşılıyor. Jenis kendini bir bebeğe hazır hissederken Ana bu konuda oldukça bocalıyor. Bu odadan ayrıldıktan sonra yollarının karşılaşmayacağını düşünen her iki kadın için de durum hiç öyle değil aslında.

Yeşilçam filmlerinde biz Türk izleyicilerin oldukça fazla karşılaştığı çocukların birbiriyle karışma hadisesi vuku buluyor ve ilerleyen dönemlerde bu iki anne bu olayla yeniden yüz yüze geliyor. Tabii ki bu olayda al bebeğini ver bebeğimi gibi bir durum yok.

Bu olay haricinde bir taraftan da arka planda Jenis'in İspanya İç Savaşı sırasında yaşanan olaylar sebebi ile oluşan toplu mezarların peşine düşmesi işleniyor. Jenis köyünün yakınlarında olduğunu düşündüğü toplu mezarda dedesinin olduğuna inanıyor ve onu bulmaya çalışıyor.

Bu filmin bonusu benim için Rossy De Palma 💗 Bu hatun nedense en silik karakterde bile bir yapımda yer alsa bence ışıldamayı başarıyor :) O karakteristik burnu ve beni benden alan tepkileriyle yine başımın tacı oldu.

Bir de bu filmde hafızama kazanan bir diğer şey ise Penelope'nin bacakları :)) Ki bu sevgili Leylak Dalı Nurşen ablanın da ilgisini çekmiş. Yalnız değilim anlayacağınız hahahaaa :))) Bugüne kadar bu güzelim kadının bacaklarının parantez bacak olmasını ben nasıl fark etmemişim dedim film boyunca. Üşenmedim eski fotolarına da baktım, hep böyleymiş... O parantez bacaklarıyla güzelliği nam salmış kadının, tebrik ediyorum kendisini :)))

Dönelim yine filme; film tamamen klişelerden oluşmuş aslında. Tek güzel tarafı bu bebek karışma olayını çok da ağdalaştırmadan ve dramatikleştirmeden anlatması. Ancak bir toplu mezar arayışı, bir annelerin duyguları, birbirlerine olan duygularının farklılaşması derken oldukça yalpalamış.

Ayrıca Penelope'nin adaylığı ise sanki çok gereksiz olmuş hissiyatındayım ki olağanüstü bir performans bulamadım film boyunca.

Sonuç olarak bu film bende EEEEEHHHHHH İŞŞŞŞTTEEEEEEE kategorisine atıldı. İzleyip izlememek tamamen sizin inisiyatifinizde.



9 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 10 (Dune) ve (West Side Story)

 

Bu seferki yazımda iki film birden anlatacağım. Hem yazma konusunda yetişebilmek hem de bu iki film hakkında anlatacaklarımın çok detaylı olmamasından dolayı... Biri bilimkurgu diğeri de kült bir filmin yeni bir versiyonu..... 
Üzerinde çok da bıdı bıdı etmenin alemi yok 😉



DUNE (2021)

(En iyi film, uyarlama senaryo, kurgu, görüntü yönetimi, prodüksiyon tasarımı, kostüm tasarımı, özgün müzik, makyaj-saç tasarımı, ses ve görsel efekt dallarında toplam 10 adaylık)


Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce bu kadar adaylığı olduğunu fark etmemişim bu filmin. Toplamda 10 adaylık ama büyük bir çoğunluğu teknik dallarda. Sanırım üzerinde ince düşünülmüş.... Bundan anlamamam ne kötü....

Bu filmle ilgili çok bıdı bıdı etmeyeceğim dememdeki sebep bilimkurgu dalında film izleme konusu çok da tercih sebebim olmadı bugüne kadar. O sebeple doğru bir değerlendirme yapamayacağımı düşünüyorum. Ama yine de hissiyat konusunda birkaç laf edeceğim tabii ki...

Filmimiz bir kitap uyarlaması. Galaksiler arası güç savaşını 10.000 li yıllarda anlatıyor. Baharat savaşları da diyebiliriz. Baharatı elinde tutan gücü kazanıyor. Sanırım 3lü bir seri halinde yayınlanacak film ve o sebeple biz sadece tanıtım kısmındayız bu filmde. O sebeple sanki biraz yavanlık var filmde. Hoş tanıtım diyorum ama 3 saatlik bir filmden bahsediyorum. 

İki bölüme ayırarak izledim filmi, mavi gözlü kızımız olmasa sıkılmadan izleyebilir miydim bilmiyorum :)))) Neyse dedim ya bilimkurgu uzmanı değilim, gelecekle ilgili bu kadar şey hayal etmesem de olur :))))

Sonuç olarak bende EEEHHHHHH İŞTEEEEEEEE kategorisine girdi bu film. Film dalında pek şansı yok ama teknik dallarda heykelciklerin birkaçını alma ihtimali yüksek 😉 
İzleyen izlesin işte 😂😂😂 Bana da anlamadığım ve toparlayamadığım kısımları anlatsın.

Unutmadan o dişe yerleştirilen zehir olayını feci tuttum yalnız :) Giderken götürürüm gücü hoşuma gitti. Bu da dip not olsun  😉 




WEST SIDE STORY (2021)

(En iyi film, yönetmen, yardımcı kadın oyuncu, görüntü yönetimi, prodüksiyon tasarımı, kostüm tasarımı ve ses dallarında toplam 7 adaylık)

Kült bir filmin yeniden uyarlamasıyla Spielberg var karşımızda bu sefer. İnanılmaz bir kumar bence. Altından kalkamasaydı feci linç yiyecekti ki birtakım azınlık bunu yine de yaptı sanırım.

İlkler her zaman özeldir, yerini doldurmak zordur, hissiyat senelerdir yerleşmiştir gibi gibi bir çok şey sayılabilir, dolayısıyla bir kıyas noktası olduğundan çok da eleştirilebilir yeni bir yorumlama. Bu sebepleri düşünerek sanırım yeni versiyon çekimde ilk filmin rotasından çok da çıkmamakla birlikte güncel konuları da katmış içine. Mesela kentsel dönüşüm, mesela göçmenlik, mesela yabancı düşmanlığı gibi gibi... Gidilen yol aynı, varılan sonuç aynı, sadece arka mekan konularda bir güncelleme mevcut... Bir de mekan bolluğu sanırım... Film daha çok sokaklara inmiş..

Bu filmi dev bir sinema salonunda izlemek isterdim ama maalesef bu imkanım oluşamadı. O canlı renkleri ve güzelim koreografiyi o büyük ekranda izlemek daha şahane olurdu eminim.

Kostümlere ve özellikle dansçı kızlara bayıldım film boyunca. Özellikle Ariana DeBosa'nın "America" şarkısının canına okuduğu o bölüme... Ba-yıl-dım 💗 Son sahnelerdeki performansı da oldukça iyidi Anita karakteriyle...

Sadece bebek suratıyla Ansel Elgort bana pek bir yapay geldi filmde... Daha kanlı canlı yakışıklı bir çocuk seçebilirlerdi diye düşünüyorum.

İlk filmin aşığı olarak bu yeni versiyonu da çok yadırgamadım anlayacağınız. 

Sonuç olarak ben bu yeniden çevrimi SEEEEEVVVDDDİİMMMM efenim... Fark ettiyseniz müzikal falan diye de mızıldanmadım, mızıldansaydım taş olurdum taş 😂😂😂 İzlemekten pişman olmayacağınız yeni bir versiyon olmuş, hissiyatım budur....

Ariana De Bosa'nın "America" sını da buraya koyalım 💗, yazıyı da nihayete erdirelim....
Yarın görüşürüz yeniden...







8 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 9 (Being the Ricardos)



BEING THE RICARDOS (2021)

(En iyi erkek oyuncu, kadın oyuncu ve yardımcı erkek oyuncu dallarında toplam 3 adaylık)


Bu sefer 1951-1957 dönemlerinde yayınlanan ve o dönemin "en"leri arasına girerek ilerleyen yıllarda da isminden söz ettiren I Love Lucy dizisini odağına alan bir film var karşımızda. Dizinin çekildiği dönemde evli olan Lucille Ball (Nicole Kidman) ve Desi Arnaz (Javier Berdem) çiftinin dizinin bir haftalık çekim süresi boyunca yaşadıklarının perde arkasını öne çıkarsa da filmimiz, arada geri dönüşlerle ilişkinin bütününe bakmayı ihmal etmiyor. Hem dizinin hem de ilişkilerinin kırılma noktasını da böylece daha iyi anlamış oluyoruz.

İlk başlarda film bir oradan bir oraya sallandı benim için. Bazen gereksiz diyaloglar bazen de gereksiz sahneler varmış hissiyatına kapıldım. Diziyi ve dizinin ekolünü bilmememden de kaynaklanmış olabilir tabi bu... Bir atışmalar, bir gerginlikler, senaryo okumalarında Lucille Ball'ın tripleri... Hele bir çiçek mevzuu vardı ki diziyle ilgili yok öyle değil böyle konacak, yok alçak kaldı, yok bilmem ne oldu derken yemin ediyorum bayıldım. Lucille Ball'ın mükemmelliyetçilik kasılmaları beni daralttı. Sonradan anladım ki bunlar işte o kırılma anlarının sinyaliymiş de karakter analizi yapacağım derken beni boğuyorlarmış 😄

Bir dizide oynayan bir aktristin komünist olup olmamasının dizinin kaderini belirleyecek olmasının sadece o dönemlerde değil farklı bir isim ve şekille bugün bile geçerli olduğunu görmek üzücüydü. Yıllar geçmişti ve hala biz sanata siyaseti karıştırıyorduk. Ne acı... Neyse konumuz bu değil tabii ki...
Fakat orada yapılan hamle Desi Arnaz'ın ne kadar zekice konumlandığını görmemizi sağlıyor filmde. Ayrıca beraberliklerinde birbirlerini nasıl kolladıkları konusunda oldukça da önemli bir detay.

Kadro muhteşem aslında filmde. Javier Bardem çok ışıldayamasa da Nicole Kidman'ın tarzının dışına çıkarak ve o gerçekteki bembeyaz ve botoksdan mimiksiz hale gelmiş suratını makyajla farklılaştırabilmesini izlemek benim için güzeldi.

Özellikle etkilendiğim filmin ikinci yarısı daha şahaneydi ve bunun sebebi ise ilk yarıda bahsettiğim o kalabalıktan uzaklaşarak karakterlere daha çok odaklanılması olabilir. Ve tabi özlediğim Kidman performansı da bunda etkili olmuştur.

Her ne kadar Nicole Kidman için güzel bir performans sergilediğini söylesem de ve aynı zamanda bir çok eleştirmen tarafından bu sene heykelciği kapması konusunda kesin söylemler olsa da diğer adayların yanında bence bunun olması imkansız. Aslında her sene söylerim kadın adaylıklar hep tören sırasında beni şaşırtıyor diye ama bu sene bunun olmamasını ümit ediyorum. Çünkü diğer oyunculuklara baktığımda Nicole Kidman'ın çok üstündeler. Hep birlikte bunu 27 Mart'ta göreceğiz....

Sonuç olarak özellikle ikinci yarısından sonra ben bu filmi SEEEEVVVVVDDDDİİİİİMMMM. İlk bölümü zaman kaybı olarak görmeyin ve izleyin derim naçizane efenim...

Yeni bir filmle en kısa sürede görüşürüz....




7 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 8 (The Eyes of Tammy Faye)


Yağmurlu bir günden herkese merhabalar :)

Dün akşam itibarı ile tüm filmleri izlemeyi bitirdim nihayet. Ancak izleme hızıma, yazma hızım yetişemediği için filmleri yazmakta gecikiyorum. Bu konuda biraz hızlanmaya çalışacağım ve yazabildiğim kadarını yazacağım bu hafta. Kafam net aslında ama uzun uzun, tadına vara vara tahminlerimi yazmak istiyorum. O sebeple hafta sonuna kadar bekleteceğim sizi...

O postta doyasıya filmlerin dedikodusunu yeniden yaparız inşallah :)) 
Şimdi gelelim sıradaki filmimize;



THE EYES OF TAMMY FAYE (2021)

(En iyi kadın oyuncu ve makyaj-saç tasarımı dallarında toplam 2 adaylık)


Öğrenmenin yeri, yaşı ve şekli yok. Bu filmle birlikte evangelist ve televangelist kelimelerini sokmuş bulunuyorum hafızama 😏

Evangelist: Hıristiyanlık bildirisini vaaz eden, yayan kişi
Televangelist: İnsanları Hıristiyan olmaya ikna etmek ve dini kuruluşlara para vermek için televizyonda vaaz veren kişi

Bu bilgileri neden bize de yükledin, ne gerek vardı derseniz filmimizin kahramanları Tammy Faye - Jim Bakker çiftimizin icra ettikleri iş televangelistlikmiş ve Amerika'da oldukça ünlü bir çiftimizmiş. Ünlü oldukları kadar da skandallarla dolu bir geçmişleri varmış. Bilmiyordum, öğrendim 😀

Anladığınız üzere gerçek bir yaşam hikayesi izliyoruz bu filmimizde de... Son dönemlerde Oscar adayı filmlerin çoğunluğu gerçek yaşam hikayelerini konu alıyor. Bu konuyla ilgili bir istatistik yapılmış mıdır bilmiyorum ama ben son senelerde yazdığım yazılara baktığımda yüzdelik olarak bir fazlalık olduğunu fark ettim geçen günlerde. 

Ne kadar lüzumsuz bilgilerle donattım yazıyı hahahaaaa :))) Siz bana takılmayın olur mu 😉 Engin bilgilerimi (!!!!!) bırakıp ben yazının ana konusuna döneyim en iyisi....

Tammy Faye (Jessica Chastain) oldukça dindar bir ailenin üyesidir ve annesinin ilk evliliğinden olduğu için de dini törenlere katılmasına izin vermemektedir ailesi. Sebep mi; diğer insanlara annenin ilk evliliği hatırlatılmak istenmemektedir de ondan. Garip ama gerçek (miş)....

Bu dışlanma içine oldukça işlemiş olsa gerek ki Tammy Faye kendini tamamen dini bir eğitime adamış ve bu eğitim hayatında da Jim Bakker (Andrew Garfield) ile tanışmış. Sonu evlilik tabii ki...

Çiftimiz ilk önce bir kukla gösterisi ile başlıyorlar bu işe. Şehir şehir gezerek çocuklara kuklalar aracılığıyla dini bilgiler verip para kazanıyorlar. Daha sonra bir özel kanalda işe başlıyorlar ve sonra da kendi kanallarını kurup inanılmaz bir şöhrete ulaşıyorlar ve tabi ki zenginliğe de...

Kendi çıkarları, kilise ve diğer siyasi oluşumlarla sürtüşmeler derken hızlı bir düşüş de başlıyor hayatlarında... 

Filmimiz bu konuya odaklanmış odaklanmasına da biraz yanlı odaklanmış sanki... Bunu bir şey bildiğimden dolayı değil de tamamen hissiyat odaklı söylüyorum tabi ki... Tammy Faye'i anlatırken saflığına ve mali konulardan uzaklığına odaklanmışlar, Jim Bakker'ı gömmüşler ama hatanın tek taraflı olduğuna inanmam beklenemezdi... Hoş benim inanıp inanmamam da umurlarındaydı sanki :)))

Tammey Faye'in diğer evangelistlerden farkı da LGBT bireylere destek vermesi... Bu sebeple belki de daha öne çıkıp sevilmesine sebep olmuş. Daha o yıllarda dini çevrelerde anılması bile suç oluşabilecek bu konuda gayet dik bir duruş sergileyerek AIDS hastalığıyla savaş veren kişilerle röportajlar yapıp bu konudaki tavrını net sergilemiş.

Şimdi gelelim oyunculukları konuşmayı ki filmin adaylığı da bu yönde zaten. Jessica Chastain'i tanımakta oldukça güçlük çektim. Ve performansı olağanüstü denilebilecek kadar güzel. Harika bir iş çıkartmış. Abartılı bir oyunculuk diye bir çok yerde eleştiri de gelmiş kendisine ama zaten hayat verdiği karakter abartılı bir karakter. O sebeple bu eleştirilerin yersiz olduğunu düşünüyorum. Makyajıyla, giydiği kıyafetlerle, hareketlerinden tutun da en ufak mimiğine kadar muhteşemdi. 

Kadın oyuncu kategorisi bu sene benim çok kararsız olduğum bir kategori ki, karşısında güçlü 2 adaylık daha var Chastain'in...  Alırsa, neden aldı demeyeceğim kesin...

Film klişelerden ilerlemiş olsa ve çok şaşırtıcı yanları olmasa da oyunculuk yönünden göz dolduran bir yapım. Jessica Chastain kadar Jim Bakker da iyi iş çıkartmış...

Sonuç olarak ben bu filmi SEEEEVVVDDDİİİMMMMM, beklentisiz oturursanız karşısına siz de beğenirsiniz diye düşünüyorum. Beğenmeseniz bile muhteşem bir performans izlemiş olursunuz, bu da işin kârı olur bence... Demedi demeyin 😉




4 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 7 (Nightmare Alley)



NIGHTMARE ALLEY (2021)


(En iyi film, görüntü yönetimi, prodüksiyon tasarımı ve kostüm tasarımı dallarında toplam 4 adaylık)


Kitap uyarlaması bir filmle birlikteyiz bugün. Hatta daha önce 1947 yılında sinemaya uyarlanmış ama yeniden izleyiciyle buluşturmak istemiş Guillermo del Toro...

Bu filmle ilgili çok ümitliydim aslında. Cağnım Bradley Cooper haricinde Cate Blanchett ve Rooney Mara'yı aynı ekranda görmenin heyecanı bastı bile diyebilirim. Carol filmindeki performans uyumlarına bayılmıştım zira. Ama kader ağlarını benim için örüyordu tabi ki 😀

Filmimiz 30 lu yılların sonunda geçiyor. Açılışımızda Stanton (Bradley Cooper)'u bir evi bir cesetle birlikte  yakıp terk ederken görüyoruz. Az gittim uz gittim derken yolu bir gezici karnavala düşüyor. İlk sahnedeki tekinsizliğine gözü açıklık da ekleniyor ve ölmüş insanlarla konuştuğunu iddia eden Zeena (Toni Colette)  ile ufak bir kaçamak ilişki yaşayarak onlarla birlikte çalışmaya başlıyor. Tüm hileli yöntemleri öğrenmeye başlıyor. Bu konuda oldukça azimli... Yine aynı karnavalda elektrikle bir gösteri yapan Molly (Rooney Mara) 'e aşık oluyor ve meslekte iyice piştiğini düşünen Stanton, Molly'i koluna takıp Chicago'ya gidiyor, gösterişli gece kulüplerinde Molly ile birlikte gösteri yapıyor. Ve bu konuda zirveye taşıyor isimlerini... Ta ki Dr. Lilith (Cate Blanchett) ile tanışana kadar...

Elde ettiği başarı ve zenginlikle doymak bilmeyen Stanton, Lilith sayesinde öğrendiği zenginlerin sırlarını kendi hileli yeteneklerini kullanarak farklı bir yola girişecektir ama malumunuz hırs ve aç gözlülük insanı bir noktadan sonra dibe de batırır.

Farkettiyseniz film 2 bölüme ayrılmış gibi ve işin gerçek tarafını söylemek gerekirse o karnavalda geçen ilk bölüm benim için çok daha cezbediciydi. Mistik öğeler, renkli insanlar, ordan burdan çıkan ucubeler... 
2. bölüm ise Chicago'daki şaşalı dönemi içeriyor ki burada benim için yavaş yavaş tıkanmaya başladı film. Beklediğimin aksine Cate Blanchett ve Rooney Mara'nın birlikte sahneleri hiç yok denecek kadar azdı ve ne yazık ki Cate Blanchett ve Bradley Cooper 'ın kimyaları bu filmde birbirini hiç tutmamıştı bana göre. Büyülenmedim....

Sonu ise benim için daha da fenaydı... 

Film Bradley Cooper odaklı ilerlemiş ve bende kopukluk yaratan kısım yan karakterleri kısıtlı işlemesiydi sanırım. Başta gördüğümüz cesedin hikayesi geri dönüşlerle aralara serpiştirilmiş ama kel alaka serpiştirilmiş, hafif bir korku filmi havası yaratılmak için sadece bazı nesneler kullanılmış ama o da oturmamış gibi... Mesela o kavanozdaki tek gözlü bebeği gördük diye korktuk mu?

Bendeki hissiyat budur...

Sonuç olarak ben bu filmi EHHHHHH İŞTEEEEEE kategorisine yerleştirdim ve izleyip izlememekteki keyfiyet tamamen size ait efenim...

Sevgiler, saygılar 💗





3 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 6 (Tick, Tick... Boom)



TİCK, TİCK... BOOM (2021)

(En iyi erkek oyuncu ve kurgu dallarında toplam 2 adaylık)

Hepimizin hayatında 30 yaşla ilgili bir travması olmuştur sanırım. Büyüyor muyum, yaşlanıyor muyum, bana ne oluyor, hayatımı daha düzene sokamadım gibi endişeler, belirsizlikler... Müzikal yazarı Jonathan Larson'u da sinema ekranında bu endişelerle karşılıyoruz. Tick, tick işleyen saatinin 30 unda boom diye patlayacağını düşünen, senelerdir garsonluk yaparak yokluk ve dağınıklık içerisinde yaşarken 30 yaşından önce müzikalini bitirmeyi hedefleyen bir sanatçı var karşımızda. Hayali müzikalini sahneye koymak hem de Broadway'de...

Birbiri ardına eklenen şarkılar, danslarla anlatıyor hikayesini... Müzikal sevmeyen biri olarak ilk bölümde sıkıldığımı söyleyebilirim ve o koşuşturmanın matematiğini de oturtamadığımı tabi ki... Ama sonra Jonathan Larson'a hayat veren oyuncu Andrew Garfield öyle bir performans sergilemeye başladı ki gözlerimi kırpmadan izledim diyebilirim.

Bir yandan 30 lu yaşlarına gelmeden hayatlarında büyük başarı kazanmış insanlara imreniyor bir yandan da 30 lu yaşlarda kaybettiği arkadaşları gibi olmaktan korkuyor... Kötü bir git-gel hali...

Hayatın hiç de kolay olmadığını hele ki hayallerine ulaşmak için çok zorlu yollar aştığını gözümüze gözümüze sokarken film, ya şimdi demeden edemedim işin açıkçası 😓

Aslında müzikallere söyleniyorum söylenmesine de böyle bir adamın hikayesi de ancak bu şekilde anlatılabilirdi diye düşünüyorum. Dediğim gibi ben filmin ortasından sonra dalabildim filmin içine ama benim gibi önyargılarınız yoksa başından itibaren keyifle izleyebilirsiniz belki diye düşünüyorum.

Filmin sonunu tabi ki söylemeyeceğim ama inanılmaz üzüldüm işin açıkçası... Korkmuştu, çalışmıştı, hayal etmişti, pes etmişti, yeniden tutunmuştu, yaratmıştı... Bu kadar mücadelenin sonu keşke böyle olmasaydı diyor insan... Keyfini azıcık da olsa sürebilmeliydi... Neyse uzatmayayım yoksa size bir sürü spoiler yedireceğim. Sonuca odaklanayım....

Andrew Garfield oyunculuğuna bu filmde hayran kaldım ve filmin finali hayatıyla eşdeğer olarak etkileyici ve vurucuydu. 

Sonuç olarak evet ben bu filmi YAAAANİİİİİİ, SEEEVVVDİİİMMM  kategorisine attım atmasına da yani-si filmin oturtamadığım ilk kısmına, sevdim-i ikinci yarısındaki oyunculuğuna ve finaline ithafen... 
Bu da böyle biline 😉




Kendime not; Amma 30 yaş, 30 yaş diye sayıkladın be Şebo filmi anlatırken. 50 ye az kala 30 un lafı mı olur kardeşim desene 🙈

2 Mart 2022

2022 Oscar adaylarını izliyoruz ♥ Volume 5 (Licorice Pizza)



LICORICE PIZZA (2021)

(En iyi film, yönetmen ve özgün senaryo dallarında toplam 3 adaylık)

Bu sefer bir ergen filmiyle geldim. İsmiyle kel alaka olan bir film anlatacağım :) Zira filmde hiç pizza yemediler :P

Paul Thomas Anderson'un geçmişte yaşadıklarından ve dinlediklerinden yola çıkarak çektiği filmde esas oğlumuz Gary (Cooper Hoffman) bir fotoğraf çekimi sırasında kendinden hemen hemen 10 yaş büyük olan Alana (Alana Haim)' ya bildiğiniz aşık oluyor. Ergenlik sürecindeki bireylerin kendinden oldukça büyük kişilere aşık olmak gibi bir klişeleri vardır zaten ama bu genelde platonik olur. Fakat sevgili Gary sivilceli suratına duyduğu özgüvenle bunu icraata döküyor. Esas kızımız bu durumu çok ciddiye almasa da bazı ufak rollerde oyunculuk yapan oğlumuzun dibinden ayrılmamaya başlıyor.

Çocuk oyunculuk konusunda aslında başarılı olan Gary ergenlik döneminde kilolu bulunması sebebiyle biraz o çevreden mecburi uzaklaştırılıyor ki kendimle hayli içselleştirdim bu durumu 😂😂😂😂

Ama takdir etmek lazım ki gayet girişimci, atik ve ticari zekasını düzgün kullanıyor Garyciğimiz. Şişko Barnie'nin su yatakları işine giriyor ki Alana ile iyi iş çıkartıyorlar. Yaşanan petrol krizinin ardından su yatakları üretimi krize girince Pinball makineli oyun salonu işletmeciliğine soyunuyor bu sefer de...

Alana'da bu girişimci ruha kayıtsız kalamıyor tabi ki... 30 lara yaklaşıyorum, ben ne halt edeceğim  bu dünyada krizindeyken bu özgüvenli çocuğumuz iyi geliyor aslında ona da... Gary'i ciddiye almayıp yaşadığı flörtöz durumlarda elinde patlayınca Gary'e mum oluyor da diyebiliriz 😀

Anlatımım spoiler içeriyor gibi gelebilir size ama film zaten çok sürprizli olmadığından ve her telden anlatımından dolayı anlattıklarım hiçbir şey bence 😉

İşte bu her telden anlatımı bir de Sean Penn ve Bradley Cooper ile baharatlandırmaya çalışmışlar ki ortaya çok ilginç kareler çıkmış.

Filmde bir sahne var; Alana benzini biten bir kamyonu yokuş aşağı boşa alarak yolun gelişine göre bodoslama  manevralarla kullanıyor ki filmimizin gidiş şekli de aynı öyle... Gelişigüzel bir anlatım :)

Yani anlayacağınız film boyunca aşık bir çocukla, ay ben buna aşık değilim tripleri atan bir kızın hikayesini izliyoruz. Bir de hiç durmadan koşmalarını 😂

En iyi film dalında ödül alamayacağı kesin, senaryo konusunda çok da emin değilim... Özgünlük varsa da senaryoda aday olacak kadar özgün müdür otoriteler belirleyecekler artık...

Sonuç olarak çok kayda değer olmasa da eğlencelik bir film olmuş ve benim SEEEVVSEEEMMMM AMA NERESİNİ SEVSEMMMM ACABA DİYE DÜŞÜNÜYORUMMMMMM kategorisine attığım bir film olur kendisi... 
Gideri olan ama tavsiye kısmında temkinli olduğum bir film olmuş anlayacağınız....



1 Mart 2022

İnstacığımın Şubat Seçmeceleri


Bu sene ergenim partilemek istemedi :)
Hoş nasıl partileyeceğini de bilemedi sanırım.
Doğumgününde okula gitmemek gibi bir isteği vardı sadece, 
onda da sınıfı karantinaya alındı derken kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz 😃
Mini mini kutlamalarla bitmeyen doğum günü yaptık biz de 💗


Ana kişisi sabahın seyrinde kalktı...
Pancake yaptı doğum günü çocuğuna...
Süsledi, püsledi...
Yaktı mumlarını...
Çocuğunu şarkılarak söyleyerek uyandırdı...
Ergen gülümsedi...
Dilek diledi, mumu söndürdü...
Telefonuna baktı...
Birden odada zıplamaya başladı...
Bir kız arkadaşı doğumgününü kutlamışmış diye zıpladı odada...
Ergen anası kapıda elinde pancake pasta ve  yüzünde donmuş gülümsemesiyle kalakaldı 😂😂😂
Masal gibi değil mi?
Bir de o an bana sorun bunu :))))


Bu ay bendeki Oscar filmlerini izleme şekli aynen böyleydi :)))
Normalde televizyona bağlar öyle izlerdim ama bu sene böylesi daha pratik geldi 😉


Azıcık hasbihal etmeye geldim sizinle...

Dışarıda mis gibi bir hava var. Kapattım kombiyi, açtım kapıları, mis gibi bahar havası dolduruyorum eve. Bahar için erken dedim ama birinci cemre bugün havaya düştü bile; baharın ilk habercisi ♥️

Oytun’un sınıfı dün karantinaya alındı, şükür bizimkinde bir şey yok ama yine de odaya kapandı. Tam istediği gibi yemekler dahil her şeyi odasında hallediyor. Evde gezinmek mecburiyetinde kalırsa ikimiz de maskeleniyoruz. Bir şey çıkacağını sanmıyorum ama önlem almakta fayda var zira son çıkan vaka yakın arkadaşı.

Madem evdeyiz, hafta sonuna birkaç Oscar adayı film daha sıkıştırırım. Az önce evi toparladım biraz, bir yandan da çamaşır yıkıyorum. Güneşli havada salına salına kurusunlar...

Akşama gram yemek yok ve ben ne pişireceğime karar vermedim daha, tembel yemeği makarna yapacağım herhalde 🙈

Aslında kendimi dışarı atıp bir açık hava yürüyüşü yapsam ne güzel olur ama feci üşeniyorum😏

Bendeki havadisler böyle, eee sizde ne var ne yok 🥰


Bugün neymiş sevgililer günüymüş 😀 
Şebo kişisi bu güne dair laf edermiymiş, tabii ki edermiş 😆
Milattan önce zamanlarda ben ergenken bugünü yine mi yalnızım diye ağlayarak geçirirdim 😂😂 
Öyle böyle değil, suratım beş karış gezerdim. 
Sonra büyüdüm, durum değişmedi 😂😂😂 Elinde kırmızı gülle gezenlere iğrenç bakışlar atıp kendi kendime triplere girdim, pişman değilim🤪
Sonra birileri sevgililer gününü sevgi gününe devşirdi, ben rahatladım mı bilin bakalım, o sıralarda da eski kocama sübliminal mesajlar verip çiçek beklerken geriliyordum. Ne işkence yahu 😂😂😂
Günler günler geçti ve ben 40 yaşımı aşmıştım ki kendime geldim, evet ayılmam uzun sürdü 🤣
Canım kendim demeyi öğrendim, kimseden beklemeden kendimi sevmeyi, sarılmayı...
Sevgiyi kalıplara sokmamayı, sevmek için sevilmeyi beklememeyi...
İnsanın en uzun ilişkisi kendiyle sonuçta, kendini sevmeyince kimseyi sığdıramıyor insan içine, sığamıyor da...
Diyeceğim şu ki CAĞNIM KENDİM, her günümüz böyle huzurla geçsin 🥰

Bize her gün bayram 
Ergenliğime selam olsun


Analı - oğullu sohbetler en sevdiğimiz 💗
Öyle her telden çalıyoruz ki bu anlarda 😂


Pazar sabahlarında erken kalkabilirsem güne böyle başlamayı seviyorum...
İyi geliyor hem ruhuma, hem günüme 💗


Rengine vurulduğum 💗


Ergenim bana sürekli yeni şeyler öğretiyor, 
bir de üstüne inanayım diye şahitler buluyordu bu günlerde hahahahaaa :)))